Ötekine Duyulan İhtiyaç
İnsan dünyaya geldiğinde çaresiz, kendine yetemeyen ve ötekine muhtaç bir halde başlar. Anne ve bebek birbirine yabancıdır; dolayısıyla bebek için ilk öteki annedir. Winnicott (1965), bebeğin annenin yüzüne baktığında onun bakışlarında kendisini gördüğünü, annenin bakışlarından yansıyanla kendi varlığını deneyimlemeye başladığını söyler. Dolayısıyla kişi, doğduğu andan itibaren ötekine ihtiyaç duyar. İlk annenin bakışlarında kendi kimliğiyle karşılaşmaya başlayan bebeğin nesne arayışı, büyüdükçe yeni ötekilerin devreye girmesiyle karmaşıklaşır ama devam eder.
Nesne, bazen kişinin ötekinin gözünde kendi kimliğiyle karşılaştığı bazense kendine ait deneyimlemenin kabul edilemez olması sebebiyle iç dünyasında baş edemediği materyali yansıttığı bir yüzey olabilir. Bir kişinin iç dünyasında ortaya çıkan zorluklar, örneğin saldırgan dürtüler, herhangi bir nedenle yönetilemediğinde ve işlenemediğinde kişinin bilincinden koparılır, bastırılır ve dış dünyadaki bir nesneye ve kişiye yansıtılır. Dolayısıyla, benliğin istenmeyen ve sorunlu bulunan bazı yönlerinin bir başka ‘öteki’ grup bulunarak onun kapsayıcı olarak kullanılması durumudur (Freud, 1940). Yansıtma savunma mekanizması, sosyal konulara yaklaşımda psikanalitik açıklamaların çoğunun merkezinde yer alır.
Kendilik Gelişimi ve Nesnenin Öteki İşlevi
Ötekinin ortaya çıkışını anlamak, aslında kişinin iç dünyasının nasıl oluştuğuyla oldukça yakından ilişkilidir. Bebeğin bazı mizaç özellikleri olmakla beraber, iç dünya bebeğin doğduğu andan itibaren inşa edilmeye başlanır. Bu inşa sürecinin önemli bir parçası, Winnicott tarafından bahsedilen bakım verenin öteki işlevinden oluşur. Benlik, ilk başta parçalar olarak ortaya çıkar ve sonra bütünleştirilmeye çalışılır (Winnicot, 1968). Bebek, bakım verenlerine ve onların davranışlarına bakar; onları isteklerine uygun zamanda yanıt verdiğinde ‘iyi anne’, isteklerini zamanında doyuramadığında ise uğradığı hüsran ile ‘kötü anne’ olarak içeride tutar. Klein (1959), bölme mekanizması ile ilk öteki olan annenin, iki ayrı anne imajı olarak birbirinden ayrı tutulduğunu ve bebeğin kendilik temsillerinin oluşum sürecinin haz ilkesine göre doyum verenleri (iyi anne ve iyi kendilik) bir arada, vermeyenleri (kötü anne ve kötü kendilik) bir arada topladığını söyler. Örneğin; iyi annenin kendine verdiği değere bakarak değerli olduğunu hisseden bebek iyi kendilik temsillerini oluşturmaya başlar. Öte yandan, kötü annenin hüsrana uğrattığı zamanlarda hissettiği değersizlik duygusuyla kötü kendilik temsillerini oluşturur. İdeal koşullarda, bu parça temsiller bütünleşik kimlikler altında bir araya gelmeye başlar. Dolayısıyla kendilik ve öteki birbirleri dolayımıyla etkileşim içinde şekillenmeye başlar.
Bebeğin Uygarlıkla Tanışması ve Hüsranı
Canı istediğindende doyurulmayı, uyumayı ve tuvaletini yapmayı isteyen bebeğin dış dünya ile dolaysız, kuralların olmadığı, sınırsız ve oldukça özgür bir ilişkisi vardır. Ancak zamanla bu durum değişmeye başlar ve bebek dış dünyadaki birtakım beklentileri ve kurallarıyla karşılaşmaya başlar. Örneğin tuvalet eğitimi, bebeğin ne zaman tuvaletini yapabileceğini ve ne zaman yapamayacağına dair yeni bir kural dayatır. Freud (1930), Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları metninde, bu kurallar ve yeni beklentilerin bebeğin doğuştan getirdiği cinsellik ve saldırganlık dürtülerini dizginlemesi gerektiğine dair gerçekle ilk karşılaşması olduğunu söyler. Kişi; reddedildiği, engellendiği, doyurulmadığı, arzuladığı şekilde yapamadığı şeylerle karışılaşmaya başlar ve bunlara dair duygularını serbestçe ifade edemez çünkü bu dürtülerini serbestçe ifade etmenin cezalandırılan ve kabul görmeyen bir şey olduğunu öğrenmeye başlar. Bebeğin evde bakım verenleri ile tanıştığı bu gerçeklik ve duyduğu hüsran, dış dünyaya açıldıkça farklı kişilerle ve farklı kurumlarla deneyimlenmeye devam eder. Ancak ebeveynlerle bu dönemdeki ilk deneyim, kişinin yaşantısında dürtüleriyle nasıl baş ettiğiyle ve hüsrana dayanma kapasitesi ile doğrudan ilişkilidir (Klein, 1959).
Ötekileştirmeye Giden Süreç
Klein (1959), bebeğin bakım vereniyle ilişkisinde engellenmişlik ve buna karşın hissettiği hüsran duygularının yeterince işlenmediği durumlarda haset duygusunun ortaya çıktığını söyler. İşlenmemiş bir haset duygusu ise yıkıcıdır. Toplumsal açıdan bakıldığında, örgütlü bir haset duygusunun ise ötekileştirmeye, hor görmeye, korkuya, nefrete, yasaklara ve yıkıma götürebildiğini gözlemlemek mümkündür. Psikanalitik, genel olarak kişinin iç dünyasında olup bitenleri inceleyerek dışarıdaki toplumsal dünyada olup bitenlerin nedenlerini arama eğilimindedir. Dolayısıyla sosyolojik seviyede gerçekleşen bir durum olsa bile ötekileştirme, kişinin işlenmemiş saldırgan dürtülerinden ve hüsrana dayanıksızlığın getirdiği hasedinden kaynaklanan içsel gerginliğini yansıtacak bir yüzey arayışının sonucu olarak yorumlanabilir.
Kişi, ne kadar kendi içindeki öteki ile karşılaşma cesaretini gösteremez ise dışarıda da o kadar ötekiler bulur denebilir. Yetişkinlikte kişinin içindeki birtakım duyguları kabul edememesi ve kendi içinde ötekileştirdikleri; erken dönemde bakım verenlerin kabul ve aynalama işlevini yerine getirebilmesi, farklılıkları tolere edebilmesi, bebeğin dürtülerini kabul edilebilir görebilmesi ve sevgiyi koşulsuz tutabilmeleri ile oldukça ilişkilidir. Benzer bir şekilde, bakım verenlerin kendi içlerindeki ötekiyle nasıl ilişkileri olduğu, kendi dürtüleriyle ve bunlar engellendiğinde hissettikleri hüsranla ne kadar baş edebilir oldukları ile çocuğun baş edebilirliği doğrudan ilişkilidir.
İçerideki tatmin edilmemiş dürtüler ve engellenmişliğin yarattığı hüsrana dayanamamak iç dünyada bir gerginlik yaratır. Kişi, kabul edilemez duyguları ve bu gerginliği dışarıya atmaya ihtiyaç duyar. Bunlar iç dünyada kabul edilemez ve işlenemez olduğunda dürtünün şiddetiyle baş edebilmek için bu malzemenin içteki varlığının inkarını ve bir başka ötekiye yansıtılarak işlenilmeye çalışıldığı görülebilir. Dolayısıyla bu saldırgan dürtüler ortaya çıkmak ve tatmin edilmek için her zaman başka kanallar aramaya devam eder ve başka kişiler ve kurumlar bunların yansıtıldığı yüzey işlevi görebilir (Freud, 1940). Günümüzden örnekler olarak farklı cinsel kimliklere sahip veya farklı etnik kökenlere sahip gruplara karşı ötekileştirme kültürüne sıklıkla rastlıyoruz. Bunlara gösterilen fobik tepkiler ile ötekine yansıtılanlar, aslında içe ait dürtüler ve kendiliğin kabul edilemez parçaları olarak yorumlanabilir. Aslında kişi, kendi içine ait gerilimi bir başka grubun üzerine yansıtarak orada işlemeye çalışmaktadır.
Kim Aslında Bu Öteki?
Psikanaliz, kişinin içindeki kötü ile dışarıda kötü gördüğü arasındaki farkın düşünüldüğü gibi olmadığını söyler. İçimizdeki bilmediğimiz öteki taraf ve içimizdeki ötekiyi nasıl işlediğimiz, dışarıdaki ötekiye bakışımızla oldukça bağlantılı olabilir. Dolayısıyla kişinin önce kendi içindeki ötekiyi, yani kendi içindeki yabancı duyguları ve kötüyü anlaması ve onları kabul ederek işleyebilmesi önem taşır. İçimizdeki ötekileri bilmemek; korkuya, öfkeye, yasaklara, ötekileştirmeye yol açabilir. Bu bağlamda toplumdaki ötekileştirme süreçleri, ötekileştirdiklerimizden bazılarının ‘biz’ olmasına ve onlarda kendiliğimize dair kabul edilemez bulduğumuz yanlarla karşılaşma tehlikesine karşı sürekli ihtiyaç duyulan bir mekanizma olarak yorumlanabilir. Böylece nefret, iğrenme ve hor görme gibi duygular ötekinde görme ihtimalimiz olan kendimize dair parçayla aramızda tampon işlevi görür.
Özetlemek gerekirse, bu ötekileştirme ve yabancılaştırma süreçleri, kişinin kendi benliği ve öteki arasındaki benzerliklerin inkarı ve ötekinin bilinme ve anlaşılma ihtimallerinin de bastırılması, kontrol edilmesi ve ortadan kaldırılması şeklinde yorumlanabilir. Psikanalitik açıdan, öteki üzerine düşünmek bir nevi kendi üzerimize de düşünmektir çünkü öteki üzerine yansıttığımız birçok duygu, düşünce ve inanç bize aittir. Buradaki paradoksal bir diğer duruma dikkat çekilebilir. Ötekileştirilerek kişinin kendinden uzak tutmaya çalıştığı durum aslında bunu yaparken sürecin doğası gereği ötekileştirilen ile sürekli bir etkileşim gerektirir (Dalal, 2006). Freud bu durumu, kişinin fobisinin dilde sürekli tekrar edilerek arzusunu da sürekli sahnelenen bir hale neden olduğu ve böylece bastırılan materyalin sürekli geri geldiği şeklinde yorumlar.
Öyleyse, ötekileştirerek kendimizden uzaklaştırmaya ve ayrıştırmaya olan ihtiyacımız kendimizin öteki olan yanıyla temas halinde kalmanın bir biçimi olduğunu söyleyebilir miyiz? Dışarıdaki yasaklar ile kişinin içerisindeki işlenmemiş dürtüler bir paralellik gösterir. Benzer bir şekilde, bir dürtünün gücü ona dair koyulan yasağa bakarak anlaşılabilir. Literatürdeki ilişkisel açıdan yapılan değerlendirmelere bakıldığında, ötekiye dair öfke ve nefret gibi saldırgan duyguların da bir bağlanma ve ilişki biçimi olduğunu yorumları bulunmaktadır (Dalal, 2006). Ötekiyle kurulan böyle bir ilişkinin, kişinin iç dünyasında kabul edilemez dürtüleriyle temasını koruyan ve bir yandan onları işlemesi için daha güvenli bir yüzey işlevine sahip olduğuna dikkat çekilmektedir.
Yazan: Stajyer Klinik Psikolog Asya Kabadayi
Kaynakça
Dalal, F. (2006). Racism: Processes of detachment, dehumanization, and hatred. The Psychoanalytic Quarterly, 75(1), 131–161.
Freud, S. (1940). An outline of psychoanalysis. Standard Edition, 23, 144-207. London: Hogarth Press, 1940.
Freud, S. (1989), Civilization and its discontents. Translated and edited by James Strachey, p. 33. New York: W. W. Norton.
Klein, M. ( 1959). Our adult world and its roots in infancy. In Envy and Gratitude and Other Works, 1946-1963. London: Virago, 1988.
Winnicott, D. W. ( 1965). The Family and Individual Development. London: Tavistock.
Winnicott, DW [1968]. “Sum, I am”, Home is where we start from: Essays by a psychoanalyst, Ed. Winnicott, C., Shepherd R., Davis M., Penguin, London, 1986, p. 55–64.