Psikolojik Zorlanmalarımız Bireysel Bir Sorun mu, Toplumsal Bir Mesele mi?
Depresyon, anksiyete, kimlik arayışı sancıları, tükenmişlik sendromu, dikkat problemleri gibi yaygın gözlemlediğimiz zorluklar çoğu zaman bireyin içsel dünyasında yaşadığı, psikolojik olarak adlandırılan sorunlar olarak değerlendirilir; bu bakış açısına göre, depresyon gibi rahatsızlıklar yalnızca bireyin kendi ruhsal işleyişinin bir sonucudur. Ancak, modern toplumda depresyonu, anksiyeteyi yalnızca bireysel sorunlar olarak görmek, toplumsal yapıların birey üzerindeki etkilerini göz ardı etmek anlamına gelir.
Geçenlerde bir kitap okudum. Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı. Kitap odaklanma becerimizdeki düşüşün nedenlerini ve etkilerini ele alıyor ve “zalim iyimserlik” kavramını ortaya atıyor. Bu kavrama göre kişi yaşadığı zorlukların iyileşmesine dair sorumluluğun tek sahibidir ve kendi üzerine düşenleri yaparsa yaşadığı tükenmişlik sendromu, depresyon gibi rahatsızlıklar iyileşecektir. Kitap bu kavramı, yani bireyin ruhsal sıkıntılarıyla başa çıkmada yalnızca kendi çabalarının yeterli olduğu yanılgısını eleştirir. Bu yaklaşım, bireyi yalnızca “pozitif düşünmeye” ya da “daha çok çaba göstermeye” teşvik ederken, toplumsal yapıların etkisini görmezden gelir ve kişiyr yetersizlik, suçluluk gibi duygular yüklenmesine sebep olur.
Bu yazıda, depresyonu daha geniş bir çerçevede ele alarak bireyin yaşadığı zorlukların kültürel ve toplumsal kökenlerine odaklanacağız. Depresyonun bireysel bir sorun olmanın ötesinde, toplumsal bir mesele olarak nasıl ele alınması gerektiğini inceleyeceğiz.
Toplumsal ve Kültürel Kökenler: Aşırı Pozitiflik ve Mutluluk İdeali
Günümüz toplumu, bireyler üzerinde pozitif düşünme, sürekli mutlu olma ve “başarılı olmanın” zorunluluğunu adeta bir norm olarak dayatıyor. “Mutluluk ideali” olarak adlandırılan bu kavram, sosyal medya ve diğer mecralar aracılığıyla sürekli olarak insanların hayatlarına pazarlanıyor. Birey, her daim olumlu hissetmesi gerektiği mesajıyla karşılaştığında, zaman zaman yaşadığı olumsuz duyguları kendine bir “başarısızlık” olarak görmekten kaçamıyor. Aşırı pozitiflik kültürü ise, mutsuzluk ya da kaygı gibi deneyimlerin doğal ve insani bir parça olduğu gerçeğini göz ardı ettiriyor.
Bu kültürel baskı, bireylerin kendilerini sürekli yetersiz, eksik ya da başarısız hissetmelerine neden olabilir. Sürekli mutlu olmak ya da her durumda “pozitif kalmak” zorunda hissetmek, bireyin kendi duygusal dünyasına yabancılaşmasına yol açabilir. Depresyon, anksiyete ve tükenmişlik gibi ruhsal sorunların kökeninde, bu tür yapısal dayatmaların yarattığı sürekli “tam potansiyelli yaşam” baskısının da büyük bir rolü vardır. Bu nedenle, ruhsal sağlığımızı yalnızca bireysel bir sorun olarak değil, toplumsal ve kültürel dinamiklerin bir yansıması olarak da ele almamız gerekir.
Psikoterapi: Seans Odasında Danışan ve Toplumsal Dinamiklerin İlişkisi
Psikoterapi, kişinin yaşadığı zorluklarda kendi sorumluluğunu bilmeye, almaya gönüllü olduğu bir yerdir. Bu anlamda çok kıymetlidir. Ancak psikoterapinin işlevi zalim bir iyimserlikle sorunun ve iyileşmenin yükünü tamamen danışanın omuzlarına bırakmak değildir. Terapi süreci bireyin yalnızca kendi içsel dünyasını değil, aynı zamanda yaşadığı toplumsal yapının üstündeki etkisini ve bu yapı içinde nasıl konumlandığını keşfetmesini sağlar. Depresyon gibi ruhsal zorluklarla başa çıkmada, kişinin yalnızca kendi sorumluluğunda olmayan bir dizi toplumsal etkene maruz kaldığını anlaması önemlidir. Psikoterapi, bireyin yalnızca kendi içsel çatışmalarına değil, aynı zamanda yaşadığı kültürel ve toplumsal dinamiklere dair bir farkındalık geliştirmesine yardımcı olur. Kişinin, kendini daha iyi tanımasının yanı sıra, toplumsal yapıyla kurduğu ilişkiyi de sorgulaması, ona daha anlamlı bir yaşam kurabilmesi için destek sağlar.
Ruhsal Sağlıkta Toplumsal Dönüşümün Önemi
Depresyon gibi ruhsal sorunlarla mücadelede, bireyin yalnızca kendi sorumluluğunda olmayan bir dizi yapısal dönüşüme ihtiyaç vardır. Birey kendini tanıyarak ve kendi sorumluluğunu alarak dönüşür, sonra da bireyler, bir kalabalık, yani toplum olarak dönüşür. Dönüşmek beraberce anlamak, sorumluluk alabilmek ve etki alanı yaratabilmektir. Bu tür bir dönüşüm, bireylerin kendilerini daha değerli hissetmelerini, yalnızlık duygularını aşmalarını ve ruhsal sağlıklarına daha derin bir destek bulmalarını sağlayabilir.
Yazan: Klinik Psikolog Melis Kısmet