Sevdiğiniz bir yemeği sipariş ettiğiniz o anı, yeni bir yer görmek için çıktığınız yolcuğu ya da bir oyun oynarken kazanmaya yaklaştığınız o anı düşünün. Her birinde farklı seviyelerde de olsa bir haz deneyimi hatırlarsınız. Beynimiz, hayatta kalmaya yönelik aldığımız aksiyonlarda “ödül ve motivasyon hormonu olan dopamini” salgılayarak bize ödüllendirilme deneyimi yaşatır. Hayatta kalma aksiyonları, modern dünyada bolca çeşitlendirilebilirken ilk aklımıza gelenler arasında beslenme, cinsel davranış, fiziksel aktivite, egzersiz, güvenlik arayışı ve sosyal bağlar kurmayı sayabiliriz (Cohen et al. 2010). Bu davranışları günlük hayatımızda gerçekleştirmek dopamin salgılamamızı sağlar ve bu sayede beynimiz önemli işlevlerini yerine getirir.
Dopamin Nedir, Ne İşe Yarar?
Dopamin, hazdan çok “haz arayışı” ile ilgilidir çünkü bize zevk veren şeylere ulaştığımızda değil de onlara ulaşmak için harekete geçtiğimizde salgılanır. Yani tatmin olduğumuzda değil tatmin olma beklentisine girdiğimizde dopamin ortaya çıkar.
Dopamin, beynimizin ödül sistemindeki önemli rolü sayesinde motivasyonumuzu, yeni bilgileri öğrenme, öğrendiklerimizi ise pekiştirerek hafızada tutma süreçlerimizi, hareket kontrolümüzü ve duygusal dengemizi etkileyen, vücudumuzun ürettiği kimyasal bir maddedir. Yani, beynimizin doğal çalışma prensibinin bir parçasıdır. Kendimizi iyi hissedebilmek, öğrenmek, keyif almak, dikkatimizi toplamak için bu kimyasalın belli bir seviyede salgılanmasına ihtiyaç duyarız.
Kendiliğinden Vücudumuzda Salgılanan Bir Kimyasal Nasıl Bağımlılıkla İlişkilendirilebilir?
Dopamin sağlıklı ve doyurucu bir yaşam için sistemimizi ayakta tutan bir kimyasalken gereken miktardan az ya da çok salgılanması sistemin dengesini bozar. Örneğin, kontrolsüz davranışlar, halüsinasyonlar, yorgunluk, motivasyon düşüklüğü, depresif bir ruh hali ve bağımlılık gelişimi gibi belirtiler dopamin seviyesinde dengesizlikle ilişkilendirilir (Nestler et al. 2002).
Sigara, alkol, sosyal medya, video oyunları, fast-food gibi haz veren madde ve uyaranlara kendimizi sürekli maruz bırakmak dopamin yollarımızı aşırı uyararak günlük hayatın sıradan keyiflerinden mahrum kalmamıza ve sıkılmaya karşı aşırı tahammülsüzlüğe sebep olur. Çünkü bedensel ve zihinsel sağlığımız için uzun vadede bize daha iyi gelebilecek seçeneklerden aynı dopamin miktarını alabilmek için belki daha çok zaman ve dikkat vermemiz gerekir. Daha kolayı ve hızlısı varken beklemek ve emek vermek gözümüzde büyümeye, zor gelmeye başlıyor olabilir.
Kaçımız temiz havada bir saat yürüyerek egzersiz yapma ve düşünceleriyle baş başa kalma seçeneğini ideal bulmasına rağmen o bir saati Instagram’da geçirmeyi ve zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamayacak kadar dalıp gitmeyi tercih etmedi? Neden bunu yapıyoruz? Suçluluk ve pişmanlık duygularına rağmen neden “o şeyi” yapmayı/kullanmayı seçiyoruz? Bu bir kaçışsa neyden kaçıyoruz? Ve aslında neye sırtımızı dönüyoruz? Belki de hangi anlarda hızlıca keyif veren bir seçeneğe yöneldiğimize dikkat vermekle başlayabiliriz. Neye tahammül edemiyor ve acilen iyi hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz?
Psikanalitik Perspektif Bu Sorularla İlgili Ne Söyleyebilir?
Psikanalitik perspektif her zamanki gibi bize biyolojik bir açıklamadan daha fazlasını sunar: Bilinçdışı çatışmalarımızın, dürtülerimizin, narsistik eksikliklerimizin ve savunma mekanizmalarımızın seçimlerimiz üzerinde nasıl bir rol oynuyor olabileceğini düşünmemize alan açar.
Dopamin Bağımlılığı: Tatmin Arayışı ve Eksiklik
Sigmund Freud‘a göre her birey, libido olarak adlandırdığı dürtüsel enerjisini bir amaca veya bir nesneye yatırır ve böylelikle bir tatmin sağlar. Bu enerjinin başka bir yere kaymasıysa tatminsizliğe sebep olur. Toplumsal normlar ve baskılar yoluyla, kabul görmeyen bazı dürtüler bastırılır ancak yok olmaz ve başka şekillerde açığa çıkmaya çalışırlar. Totem ve Tabu metninde, bu enerjinin nasıl biriktiğini, nereye yönlendirildiğini ve hangi şekillerde açığa çıktığını anlamaya çalışmak içinse libidinal ekonomi kavramını kullanır. Bu kavram, haz ve ödül arayışlarımızın neye göre şekillendiği, iktidar ve toplumsal yapının dürtüsel yatırımımıza olan etkisi üzerine bizleri düşündürür.
Narsistik Boşluklar
Narsistik boşluk, kişinin “gerçek benlik” duygusunu kaybetmesi sebebiyle hissettiği içsel bir eksiklik deneyimidir. Gerçek benliğimiz, dış dünyanın baskılarından bağımsız bir şekilde var olan duygu, düşünce ve değerlerimizden oluşan özgün kimliğimizdir. Ancak, toplumsal hayatın içinde dış baskılar ve kurallara çarpar ve gerçek benliğimizin kabul görmeyeceğini düşündüğümüz yanlarını maskeleyerek kendimizi korumak için “sahte kendilik” geliştiririz. Bu maskeye sosyal ilişkilerimizi dengede tutabilmek için ihtiyacımız olsa da gerçek benliğimizden fazla uzaklaşmak içimizde çatışmalara sebep olur ve bu çatışmalar sonucunda da narsistik boşluklar oluşur.
Travmatik yaşantılar, özellikle erken çocuklukta yeterince tatmin olmamış temel ihtiyaçlar veya duygusal ihmaller benlik yapısındaki bu boşluklara ve duygusal tatminsizliklere yol açar. Narsistik boşluklar, içsel bütünlüğü zayıflatarak bir telafi ihtiyacını da beraberinde getirir. Dopamin bağımlılığı ise bu boşlukları doldurmak için sadece geçici tatmin verecek kaynaklara aşırı yönelme ve bu yönelme halinin kısır bir döngüye girmesi olarak düşünülebilir. İçsel bir değişim gerektiren narsistik boşlukların dopamin salınımının yarattığı anlık tatminler ile doldurulması mümkün değildir. Heinz Kohut‘a göre çocukluk döneminde yeterli empati ve sevgi görmemiş kişilerde öz-değer duygusundaki eksiklikler narsistik boşluklara sebep olurken Donald Winnicott‘a göre anne-baba ilişkileri ve gelişimsel travmalar sebebiyle patalojikleşen “sahte kendilik” sebebiyle benlik bütünlüğü hasar alır.
İçsel Çatışmalardan Kaçış
İçsel çatışmalar, negatif duygulanımlar ve bastırılmış duygusal deneyimler hepimizin karşılaştığı zorluklar. Dopamin bağımlılığı, bu zorluklara katlanma gücü bulamayanlar için bir tür kaçış imkânı sağlıyor gözükse de uzun vadede çözümü zorlaştırabilir. Kaygı, korku, suçluluk veya depresyon gibi duygusal deneyimlerle baş başa kalmak zor geldiğinde ödül hissi verecek uyaranlar aracılığıyla kısa vadede haz ve rahatlama sağlanmış olsa da içsel çatışmalar göz ardı edildiği için uzun vadede sorunların kronikleşmesine ve daha fazla uyaran ihtiyacına sebep olarak psikolojik rahatsızlıkların pekişmesine sebebiyet verir. Bu zor duygusal deneyimlerden kaçınmayla ilgili “Acıdan Kaçmak” başlıklı yazımız ilginizi çekebilir.
Dopamin Detoksu: Yoksunluk, Kayıp ve Boşlukla Kalma
Dopaminin dengeli bir ruh hali için elzem olması sebebiyle tam anlamıyla dopaminsizliği hedeflemek pek mümkün gözükmüyor. Bununla beraber, anlık tatmin arayışı için başvurulan kaynak ve uyaranları kontrol etmek ve bağımlılık yapan alışkanlıkları azaltmak adına geçici bir süre rutinimizden çıkarmayı ya da sınırlandırmayı deneyebiliriz.
Haz İlkesinden Gerçeklik İlkesine Geçiş
Kişi alışkın olduğu haz ve ödüllerden yoksun kaldığında derin bir duygusal gerilim, boşluk hissedilebilir. Bu duygular ne kadar zor olsa da Freud’a göre kişiyi haz ilkesinden gerçeklik ilkesine taşır (1923). Benliğimizin ilkel tarafı, haz ilkesi doğrultusunda dürtü ve isteklerimizin sıkıntı çekmeden hazza ulaşmasını talep eder, tıpkı bir bebeğin acıktığında ağlayarak karnının doyurulmasını talep etmesi gibi. Ancak, dış dünya her an her koşulda bizi tatmin etmek ve ihtiyaçlarımızı gidermek için tasarlanmamıştır. Bu gerçekle er geç karşılaşır ve bu sayede büyürüz. Böylece haz ilkesinden geçerek gerçeklik ilkesiyle tanışır, toplumsal kurallara uyumlanırız. Dolayısıyla, ödülden yoksun kalmak gerçek dünyadaki duygusal ve psikolojik durumlarla yüzleşmeye bizi zorlasa da sorunlarımızı çözebilmek için daha işlevsel bir pozisyon alma imkânı da verir. Dopamin detoksu ile haz almaya yöneldiğimiz zamanları kısıtlayarak gerçeklik ilkesiyle olan temasımızı kuvvetlendirebilir, bu sayede de kendimiz ve içinde yaşadığımız çevreyi daha hakiki bir yerden kavrayabiliriz.
Psikanalitik psikoterapi süreci bu içsel çatışmalar ve baş etmesi zor duyguları yok saymak yerine onlara kulak vermeyi ve dönüştürmeyi hedefler. Bize eşlik eden bir terapistle beraber kendi içimize bakmaya, bazı boşlukları yaratıcı bir şekilde doldurmaya, bazı noktaları yeniden ele almaya, güçlü ve zayıf yönlerimizi değerlendirerek kendimize sahici bir yerden bakmaya ve bize neyin daha iyi geldiğini anlamaya çalışabiliriz. Böylece anlık haz veren uyaranlara olan ihtiyacımızı azaltarak uzun vadede bizi doyuma ulaştırabilecek seçeneklere yatırım yaparak benlik bütünlüğümüzü güçlendirmiş oluruz.
Referanslar
Cohen, J. D., et al. (2010). Dopamine and the control of mood and anxiety. Biological Psychiatry, 68(1), 60-67.
Freud, S. (1913). Totem and Taboo: Resemblances Between the Mental Lives of Savages and Neurotics.
Freud, S. (1923). The Ego and the Id. International Psycho-Analytical Press.
Kohut, H. (1971). The Analysis of the Self: A Systematic Approach to the Psychoanalytic Treatment of Narcissistic Personality Disorders.
Nestler, E. J., et al. (2002). Neurobiology of depression. Neuron, 34(1), 13-25.
Winnicott, D. (1965). The Maturational Processes and the Facilitating Environment.